Cherreads

Chapter 41 - Bölüm 41 – Gölgelerden Yükselen Ağıt

Gece, vadiyi susturmuştu.

Sapharyn Vadisi, yüzlerce yıl boyunca sadece rüzgârın bildiği bir isimdi. Ama o gece, adını kanla yeniden yazmaya hazırlanıyordu. Gecenin karanlığı, ay ışığıyla bölünemeyecek kadar yoğundu. Gökyüzü, yıldızlarını geriye çekmiş gibiydi; sanki gören gözler işin ciddiyetini anlamasın diye tüm ışıklar kısılmıştı.

Vadinin iki yamacı boyunca binlerce asker dizilmişti. Birbirlerine bakmıyorlardı. Kimse konuşmuyordu. Zırhların altında ter damlaları birikmişti. Demir, sıcaktan değil, bekleyişten ağırlaşmıştı. Bazı askerler kalkanlarına sıkı sıkıya sarılmış, başlarını eğmişti. Dua edenler vardı. Gözleri kapalı, dudakları sessizce oynuyordu. Ama çoğu artık dua etmeyi bırakmıştı. Tanrıların bu gece burada olmadığını herkes biliyordu.

Gözler, hep aynı noktaya çevrilmişti: vadinin içindeki gölgeler.

Kumun içinden dışarı sarkan karanlık parçalar gibiydi onlar. Kıpırdamıyor, ses çıkarmıyor ama bakana tehdit fısıldıyordu. O gölgelerin içinde düşman vardı, ama kaç kişi, hangi tarafta, ne kadar derindeydiler… bunu kimse bilmiyordu.

Dük Miriam, kuzey platosunun yüksek noktasında, gözlem çadırının önünde dikiliyordu. Zırhı pırıl pırıldı ama kendisi hareketsizdi. Bütün gece boyunca tek bir adım bile atmadan vadiyi izlediği söylenebilirdi. Elinde harita yoktu. O artık haritanın dışındaydı. Haritalar savaş planlamak içindir. Bu gece savaş değil, ölüm işleniyordu.

Miriam'ın gözleri ölüme alışkındı. Ama alışmak, hafifletmek demek değildi. Her kurban bir sayı değil, sessizlikte çırpınan birer isimdi onun için. Ama o gece, bu çırpınışlara yer yoktu. O gece, sadece bir tek kelimeye yer vardı.

Arkasına döndü.

Subaylar hemen toparlandı. Duruşlar dikleşti, gözler kaçtı.

Korkudan değil. Saygıdan.

Miriam, dudaklarını araladı.

Ve vadinin karanlığına doğru konuştu:

"Başlayın."

O tek kelime, koca bir orduyu harekete geçirdi.

Auxillia birlikleri, yamaçtan aşağı inmeye başladı.

Hafif zırhlıydılar. Kalkanları inceydi. Disiplinleri zayıftı. Ama yine de yürüdüler. Çünkü emir böyleydi.

Onlar Miria'nın gerçek askeri değildi. Onlar, paralı askerlerden ve toplanmış köylülerden oluşturulan destek birlikleriydi. Eğitimsizlerdi. Korkaktılar. Ama birçoğunun evde bekleyen ailesi vardı. Birçoğunun savaştan değil, savaşmaktan kaçarsa başına geleceklerden korkusu vardı.

Bazıları gerçekten çok gençti.

On yedi yaşında olan bile yoktu içlerinde.

Zırhlar üzerlerinde eğreti duruyordu, kılıçlar ellerini sürüklüyordu.

Yürürken yalpalıyorlardı. Korkudan değil, taşıyamadıkları silahların ağırlığından.

İlk yüz metre sessizlikle geçti.

Kum, ayaklarının altında hafifçe hışırdıyordu.

Rüzgâr esmiyor, vadide yaprak bile kımıldamıyordu.

Bu sessizlik, bazılarına güven verici geldi. Belki de düşman çekilmişti. Belki de savaştan vazgeçmişlerdi.

Ama diğerleri için…

Bu, bir kapanın içindeki son huzur anıydı.

İki yüz metreye yaklaştıklarında...

Toprak hareket etti.

İlk başta, sanki bir yer sarsıntısıydı. Ama sonra, bir şey — devasa, canlı bir şey — yerin altından yükseldi.

Bir asker, çığlık bile atamadan dizine kadar kuma gömüldü. Ardından bir anda yukarı fırladı. Vücudunun üst yarısı hâlâ hayattaydı. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Alt kısmı yoktu. Bağırmayı denedi, ama sesi çıkmadı. Çünkü akciğerleri yerinde değildi artık.

Sonra bir solucan daha çıktı.

Ve bir tane daha.

Ve ardından onlarcası.

Bunlar sıradan yaratıklar değildi. Kum solucanları, kara elflerin büyüyle eğittiği, ölüm için programladığı dev avcılardı. Vücutları taş gibi sertti. Dişleri, çeliği ısırır gibi parçalıyordu.

Askerlerden biri kaçmaya çalıştı ama ayağı kuma saplandı.

Bir solucan onu yakaladı.

Yukarıdan aşağı yutmadı.

Yandan ısırdı.

Adam, göğsünden ikiye ayrıldı. İç organları havaya savruldu.

Diğerleri daha ne olduğunu anlayamadan kumun içi hareketlenmeye başladı.

Zemin artık düz değildi.

Kum, bir deniz gibi kabarıyor, içinde bir şeyler kıpırdanıyordu.

Birkaç dakika içinde, ilk saldırı hattı parçalanmıştı.

Vadinin karşı yamacında, yüksek bir kayalıkta Liraz duruyordu.

Sırtında siyah bir pelerin vardı.

Saçları rüzgârda kıpırdamıyordu, çünkü rüzgâr bile buraya uğramıyordu.

Elinde parlayan kristaller vardı.

Ama büyü atmıyordu.

Henüz değil.

Yanındaki genç yardımcı yaklaştı, nefes nefeseydi.

"Tuzaklar devrede, Thal'varin. Xal'norûn'lar… hepsi uyanmış."

Liraz cevap vermedi. Gözlerini vadinin karşı ucuna, hâlâ hareketsiz duran Miria Lejyonu'na dikmişti.

"Henüz başlamadılar," dedi alçak sesle.

"Sadece neyi feda edeceklerini seçtiler."

Vadinin batı yamacında kum yeniden yükseldi.

Ama bu kez gelen ne bir solucandı ne de beklenen bir tuzaktı.

Toprak, üstünde titreyen askerlerin ayakları altından çatladı.

Sonra içinden bir şey fırladı.

Bir çöl kurdu vücudunun yarısı kurak topraklara ait bir avcı, diğer yarısı pullu, ilkel bir canavar.

Gözleri kırıktı, içi boştu ama içgüdüyle yönetilen o vahşet, akıl gerektirmiyordu.

Dişleri çelik gibiydi.

İlk saldırısında bir askeri tek ısırıkta boynundan aldı.

Kafası, vücudundan ayrıldığında yere bile düşmedi, kurdun ağzında kaybolmuştu.

Çığlık duyulmadı.

Boğazı yoktu çünkü.

Yalnızca yere düşen zırhın çıkardığı metalik ses kaldı geriye.

Çevresindekiler dağılmadan önce ikinci yaratık yandan vurdu.

Toprak altından gelmişti.

Bir askeri omzundan kaptı, yere fırlattı, arkasından gelen başka bir yaratık ise ayak bileklerini parçaladı.

Adam çığlık attı.

Ama bağırmak bir işe yaramadı.

Vadinin zemininde artık düşman yoktu.

Zemin, kendisi düşman olmuştu.

Miriam, gözlem noktasında hareketsiz kaldı.

Hâlâ.

Hiçbir şey söylemiyordu.

Ama yüzü, toprak kadar sabit, yıldızlar kadar soğuktu.

Genç bir subay geldi, diz çöktü.

Ter, yüzünü kir gibi kaplamıştı.

Ama gözleri hâlâ disipline bağlıydı.

"Lordum… kayıplar çok fazla.

Auxillia... kırılmak üzere."

Miriam cevap vermedi.

Önünde duran ölü askerler, onun için sayı değil, taktikti.

Ve o taktikler ölmeye başlamıştı.

Kısa bir sessizlikten sonra dudaklarını araladı:

"Bu savaşı kazanmak için fedakârlık kaçınılmaz.

İmparatorluk için... devam edeceğiz."

Bir adım geri attı, sonra gözlerini kapatıp konuştu:

"Büyücüler.

İkinci aşama başlasın."

O an, gece aydınlandı.

Miria ordusunun alev büyücüleri, ağır adımlarla öne çıktı.

Ellerinde taşıdıkları kristal çubuklar ışıldamaya başladı.

Arka saflarda hazır bekleyen mancınıklar harekete geçti.

Kumun üzerine, camdan yapılmış, içinde alev kristalleriyle dolu şişeler fırlatıldı.

Havada dönerek ilerlediler.

Parıldadılar.

Ve yere düştüler.

Yeryüzü tutuştu.

Vadinin ortası bir anda kıpkızıl alevlerin içine gömüldü.

Kum sıvılaştı.

Yaratıkların bazıları kaçmaya çalıştı ama alevler daha hızlıydı.

Vücutlarına çarptığında çığlık bile atamadılar.

Ağızları açık kaldı ama ses çıkmadı.

Derileri önce karardı, sonra çatladı.

Sonra... patladı.

İçlerinden buhar çıktı.

Ve sonra... yok oldular.

Bir kara elf askeri yandı.

Sol kolu alev aldı, kemikleri açığa çıktı.

Diğer kara elf kaçtı.

Ama kaçarken üzerine yağan alev şarapnellerinden biri karnına saplandı.

İç organları pişti.

O hâlâ koşmaya çalışırken dizleri büküldü ve yere düştü.

Ölmeden önce son gördüğü şey… kendi parmaklarının erimesiydi.

Liraz, kayalıkta gözlerini kapattı.

Kristaller hâlâ avuçlarındaydı.

Ama büyüsünü salmadı.

Henüz değil.

İçindeki enerji dolup taşıyordu.

Ama onun kontrolü, öfkenin ötesindeydi.

Yanındaki büyücü, solgun yüzlü, genç ama gözleri kararmış bir halde eğildi:

"Onlar... bizi yakıyor, Thal'varin."

Sesi öfke ve korku karışımıydı.

Ama bir hakaret de vardı.

Liraz başını çevirmedi.

"Evet. Çünkü korkuyorlar."

Bir başka subay yaklaştı.

Omzunda taş rünlerle işlenmiş bir paçalık, yüzü simsiyah boyalıydı.

Gözleri öfkeyle doluydu.

Gergin bir şekilde sordu:

"Thal'varin... neden biz hâlâ bekliyoruz?Na'reth val'drassak! Bizi X'hosak gibi izliyorlar. Onlara cevabımız yok mu?"

(Na'reth val'drassak: "Kara Ejderhanın gazabı üzerlerine olsun!" — Morrivarca(Kara Elf) bir lanet) (X'hosak – Morrivar dilinde, iri gövdeli, aptal bakışlı bir çiftlik hayvanı. İnsanların 'öküz' benzetmesinin kara elfçesi.)

Liraz gözlerini vadinin merkezinden ayırmadan konuştu:

"Şimdilik geri çekileceğiz, Zirael" dedi.

"Ancak, endişeniz olmasın. Bu savaş bittikten sonra, Miria'nın taş surları yıkılıncaya dek biz izleriz. İşte cevabımız o olur. Hem de gökten gelen bir yanıt gibi."

Vadinin merkezinde, yanmış et kokusu havada asılıydı.

Kumun üstü kıpkızıldı. Ama bu kan değildi.

Bu, patlamış damarların buharlaşmış gölgesiydi.

Bazı cesetler artık tanınmıyordu.

Bedenler, yarı yarıya gömülmüş, kemikleri dışarı fırlamış haldeydi.

Yüzler silinmiş, ağızlar açık kalmıştı.

Büyücü ateşinin ardından sadece sessizlik gelmezdi.

Korku da gelir.

Ve sonra tükenme.

Sonra ölüm.

Vadide yürüyen tek şey duman değildi artık.

Miria ağır birlikleri adım atıyordu.

Onlar sessizdi.

Ne bağırıyorlardı ne de acele hareket ediyorlardı.

Sadece yürüdüler.

Her adımda zemin sarsıldı.

Kalkanlar göğüslerine çakılıydı.

Kılıçları kalçalarının yanında, başları dikti.

Gözleri ölü bedenlerin üzerinden geçerken tek bir mimik bile göstermediler.

Onlar emir almazdı.

Onlar, emir olurdu.

Zırhları karanlıkta bile parlıyordu.

Karanlık, onlar için düşman değildi.

Çünkü onlar, karanlığın içinde yaratılmıştı.

İmparatorluk onları inşa etmişti.

İtaati, cezalandırmayı ve katliamı öğretmişti.

Vadinin sessizliği, onların adımlarıyla yeniden canlandı.

Ama bu bir yaşam sesi değildi.

Bu, arındırmaydı.

Liraz, kayalığın zirvesinde gözlerini yummamıştı.

Yanında duran Morrivar subaylarından biri, kalkanına yaslanmış haldeydi.

Dudaklarında kan vardı ama sesi hâlâ sakindi:

"Shael'takar'lar geri çekiliyor, Thal'varin.

Ama Miria hâlâ akıyor. Dalgaları ezip geçiyorlar."

Liraz başını çevirmedi.

Cevap vermedi.

Sadece durumu izlemeye devam etti.

Savunma hattında kalan son Kara Elfler, dağılmadan savaşı sürdürüyordu.

Bir grup okçu, yanan zemin üzerinde yaylarını çekmişti.

Bazıları tek gözünü kaybetmişti.

Bazılarının kulakları kopuktu.

Ama elleri titremiyordu.

Son oklardan biri, bir Miria subayının miğferine saplandı.

Zırhın üzerinden fırlayan kanca, kafatasını delip geçmemişti belki ama içindeki cesareti paramparça etmişti.

Subay yere yığıldı.

Etrafındakiler geri çekildi.

Morrivarlar hâlâ oradaydı.

Ama sayıları azdı.

Bir grup Miria piyadesi vadinin batı hattından ilerliyordu.

Onlara eşlik eden biri vardı: yüzü zırhla tamamen kapalı, pelerinli bir komutan.

Yalnızca gözleri açıktı ve o gözlerde hiçbir ışık yoktu.

Savaş onun için görevdi.

Vicdan ya da anlam değildi.

Kara elflere baktı.

Sonra yalnızca şunu söyledi:

"Yakın."

Ve ardından gelen büyü, birinci dalganın tamamını yuttu.

Büyücü alevi tekrar geldiğinde, bu sefer yakmadı... temizledi.

Küller havaya savrulmadan önce, hiçbir şey kalmamıştı.

Sadece bir gölge.

Bir leke.

Bir hatıra.

Liraz başını eğdi.

İlk defa, gözlerinde bir şey belirdi.

Öfke değil.

Acı değil.

Sessizlik.

Bu sessizlik, bağırmaktan daha keskin,

kılıçtan daha delici,

büyüden daha eskiydi.

Düşman hattı temizleniyordu.

Ama bir şey hâlâ bekliyordu.

Kumun ötesinde, vadinin doğu yamacında...

Lejyon.

Lejyon ne hareket etti ne de karşılık verdi.

Sadece duruyordu.

Kalkanları yere sabitlenmiş, sırtlarında kara pelerinlerle.

Onlar ölüme gelmezdi.

Ölüm, onlarla yürürdü.

Bir Morrivar izci büyücüsü, Liraz'a yaklaştı. Yüzü yarı maskeliydi, ellerinde çatlamış büyü çubukları vardı.

"Thal'varin… onlar hâlâ kıpırdamıyor.

Hâlâ sessizler. Sanki... Sanki ruhsuzlar. Onlar için kurduğumuz zehirli sis tuzakları bir işe yaramayacak."

Liraz yanıt vermedi.

Ama içinden geçirdiği kelime başka bir Morrivar sözlüğüne ait gibiydi:

"An'sharrak" (Lanet Olsun!)

Liraz, kayalığın kenarında diz çöktü.

Avuçlarındaki kristaller soluk bir ışıkla yanıp sönüyordu.

Rüzgârın sesi değişmişti.

Artık sadece kan kokusu değil, öfke kokusu da taşıyordu.

Morrivarların öfkesi.

Kayalığın ardındaki geçici siperlerden, kara elf okçuları ileri çıkmaya başlamıştı.

Yüzleri maskeli, gözleri karanlıkla doluydu.

Onlar sessizce değil, adeta törenle oklarını yerleştiriyorlardı yaylarına.

Okların ucunda sadece demir değil büyülü gölgeler, eski Morrivar tılsımları, ölüm fısıltıları vardı.

Bir okçunun nefes alırken mırıldandığı kelime, yakındaki subaylar tarafından duyuldu:

"Sha'dhal ven arak'tel."

(Gölgeler bizi izliyor. Artık biz de onlara bakacağız.)

Ve oklar bırakıldı.

Gökyüzü bir anda Morrivar çelikleriyle kaplandı.

Yalnızca fiziksel oklar değildi bunlar.

Bazılarının uçları sıvı karanlıktan,

bazıları saf büyüden yapılmıştı.

Miria ağır birliklerinin arasına saplanan oklar, sadece bedenleri değil, düzenlerini de deldi.

Bir süvari atı yelesinden vurulduğunda, çığlığı tüm vadide yankılandı.

Morrivar büyücüleri şimdi siperin üstünden doğruldu.

Yüzlerinde korku yoktu.

Ama yoğun mana baskısını taşıyan damla damla terler, alınlarından dökülüyordu.

Biri, iki elini kaldırdı.

Yıldızlara benzeyen küçük mavi ışıklar etrafında döndü.

Ve sonra patladı.

Gökyüzünden, karanlık yıldız parçaları gibi düşen enerji mızrakları, vadideki asker gruplarına saplandı.

Büyüler balon gibi genişledi, havayı bükerek bir alan boyunca herkesi savurdu.

Ama hâlâ yetmiyordu.

Düşman çoktu.

Saygısız, inatçı, kalabalık ve acımasız.

Ve işte o an…

Liraz ayağa kalktı.

Kristalleri yere bıraktı.

Toprak onları yuttu.

Rüzgâr sustu.

Vadideki ses bir anda çekildi.

Hiçbir şey duyulmuyordu artık.

O an yalnızca büyü konuştu.

Liraz'ın iki eli, göğsünün önünde birleşti.

Gözleri arkaya döner gibi karardı.

Bir cümle söyledi:

"Vel sha'tor ven arak'tha morrun…"

(Işığı gömdük. Artık gölgeler yürüsün.)

Toprak titredi.

Gökyüzü sarsıldı.

Vadinin ortasında bir çatlak oluştu, büyüyle yarılmış gibi.

Ve oradan, bir karanlık kasırga yükseldi.

İçinde şekilsiz silüetler, çığlık atan yüzler, büyüyle eritilmiş cesetlerin izleri vardı.

Büyü yalnızca öldürmüyordu.

Unutturuyordu.

Miria askerleri bu karanlığın içine girdiklerinde…

bağırmadılar.

Kaçmadılar.

Sadece durdular.

Ve yok oldular.

Tam dört bin asker.

İsimleri kayda geçmeden.

Varlıkları sayılmadan.

Geriye sadece bir boşluk kaldı.

Ve ardından sessizlik çöktü.

Liraz dizlerinin üzerine çöktü.

Bilekleri titriyordu.

Burnundan kan sızıyordu.

Ama gözleri hâlâ vadinin derinliğine bakıyordu.

Liraz, büyüsünün ardından hâlâ diz çöküyordu.

Vücudu titriyordu ama gözleri inatla vadinin karşı yamacına bakmaya devam ediyordu.

Orası hâlâ karışıktı.

Ölen askerlerin yerini dolduracak yenileri ilerliyordu.

Bakışları o taş duvar gibi duran lejyon formasyonunun en önünde,

tüm bu ölüm sessizliğinin ortasında ayakta duran zırhlı figüre takıldı.

Dük Miriam oradaydı.

Yüksekliğin, ışığın, mesafenin ona ulaşamadığı yerde…

o hâlâ soğukkanlıydı.

Liraz biliyordu.

Büyüsü dehşet yaratmıştı.

Binlerce adam yok olmuştu.

Ve vadinin toprağı hâlâ buhar çıkartıyordu.

Ama bu bir zafer değildi.

Çünkü karşı tarafın cevabı...

henüz gelmemişti.

Zehirli sis… dağılmadan önce doğuya yönlendirilmişti.

Liraz'ın planı, Lejyon'un içinden geçeceği bölgeye bu sisin yayılmasını sağlamak üzerineydi.

Sisin içeriği, Morrivar zehir ustaları tarafından hazırlanmıştı.

Yalnızca fiziksel değil, büyüsel olarak da ölüm taşıyordu.

Bir nevi ölüm perdesiydi.

Ama Lejyon…

gelmemişti.

O yolu seçmemişti.

Onlar için çizilmiş haritayı tanımamıştı.

Liraz'ın içini bir şey burktu.

Soğuk bir gerçek.

Planı, işe yaramamıştı.

Çünkü düşmanını yalnızca zeki sanmıştı.

Ama Dük Miriam yalnızca zeki değildi.

Hesaplanamayanı oynuyordu.

Liraz'ın büyüsünün nereye ineceğini anlamıştı.

Zehirli yolu tahmin etmişti.

Ve adamlarını o yolların dışına yönlendirmişti.

Vadinin yukarısından gelen bir başka Morrivar büyücü bağırdı:

"Miria birlikleri geri çekiliyor!"

"Onlar... yeniden toplanıyorlar!" Tiz bir ıslık gibi iç çekti.

Nabzı hâlâ hızla atıyordu.

Gücü tükenmişti ama durmadı.

Gözlerini kısarak vadinin yeni düzenine baktı.

Miriam artık açık bir biçimde yeni formasyonlar kuruyordu.

Ateş hatları geriye çekiliyor, yerine mızrak ve kalkan birimleri iniyordu.

Okçular yeni sıralar alıyor, ağır süvariler vadi kenarına yaklaşıyordu.

"Bu sadece bir testti," dedi Liraz sessizce.

"Onlar da şimdi gerçek oyuna hazırlanıyor."

Liraz gözlerini Lejyon'dan ayırmadan ayağa kalktı.

Kristaller yeniden ellerindeydi, ama büyü için değil,

dengede kalmak içindi.

Morrivar birlikleri, onun ayağa kalktığını görünce toparlandı.

Okçular yeniden pozisyon aldı.

Yaralılar taşındı.

Büyücüler mana halkalarıyla birbirine bağlandı.

Vadide rüzgâr yeniden doğmuştu.

Ama bu sefer öyle hafif bir esinti değil,

gölgeleri hareket ettiren bir uğultu gibiydi.

Ve uzaklardan,

Miriam'ın sesi, büyü aracılığıyla vadide yankılandı:

"Lejyon. İlerleyin."

More Chapters