"Liraz."
Sesi karanlık vadinin içinden geldiğinde, Fenrin yaralı ve yorgun birkaç Morrivar savaşçısıyla birlikte kayalığın yamacına tırmanıyordu. Liraz başını çevirdi. Gözleri yorgundu. Büyünün ardından kalan mana tüketiminin etkisi henüz geçmemişti.
"Fenrin? Sen... neden savunma hattında değilsin?"
Fenrin'in pelerini yırtılmış, zırhı is içinde kararmıştı. Omzundaki kesikten hâlâ kan sızıyordu. Ancak gözlerinde başka hiçbir şey bu kadar net değildi; öfke, hâlâ oradaydı, sönmemişti.
"Tüm birliğim katledildi," dedi. Sesi sakindi, ama dudakları hafifçe titredi. "Saldırı hattında kalan birkaç yüz kişiyle geri çekilmek zorunda kaldım. Ama… düşman bedelini ödedi. Yirmi bin imparatorluk köpeğini Nar'vashûn'a gönderdik."
Liraz'ın gözleri kısa bir an kardeşinin yüzünde gezindi. Kan, ter ve isin ardında hâlâ Fenrin vardı. Ama artık biraz daha eksik, biraz daha yalnızdı.
"Sen nasılsın?" diye sordu Fenrin, Liraz'ın ellerinde tuttuğu çatlamış kristallere bakarken.
"İyiyim," dedi Liraz, ama sesi daha çok kendisine hitap ediyordu. "Bedenim hâlâ ayakta. Ruhum da öyle kalacak." Avuçlarındaki kristal tozlarını yavaşça silkeledi. "Mana rezervim neredeyse tükenmiş durumda. Ama bu bölgedeki mana yoğunluğu oldukça yüksek. Biraz zaman verirsen toparlanırım."
Gözlerini doğuya, vadinin batı geçidine çevirdi. Sesi ciddileşti. "Asıl mesele şimdi başlıyor. Lejyon henüz savaşmadı. Enerjileri yüksek, sabırsızlar. Ve onlar katlettiğimiz sıradan askerler gibi olmayacak."
Fenrin başını eğip derin bir nefes aldı, sonra kendini toparlayarak yeniden dimdik durdu. "Endişelenme kardeşim. Kalan birlikleri kampın merkez hattındaki geçide yönlendireceğim. Orası daha dar, daha avantajlı. Merkez savunma hattında dört bin yoldaşımız vardı; şimdi üç bin kadarı sağ kalmış olmalı. Onlarla geçidi tutarız."
Liraz minnetle kardeşine baktı. Yorgunluk ve hüzün gözlerinde birlikte dolaştı. Fakat hiçbir şey söylemedi. Sessiz kaldı. Fenrin onun suskunluğunu anlamıştı; omzuna elini koydu ve konuştu:
"Liraz… bugün burada ölen her kardeşimiz Morrivar'ın özgürlüğüne bir adım daha attı. Yisan'drel şahidim olsun ki, onların kanı yerde kalmayacak. Düşmanın kaybı bizimkinin en az beş katı. Tahminim doğruysa, otuz beş bin kişilik bir imparatorluk gücü artık yok. Geriye sadece Lejyon kaldı. Ve birkaç bin Miria şövalyesi. Ama biz... biz artık sadece asker değiliz. Biz, Morrivar'ın kurtarıcılarıyız. Irkımızın tek umudu, biziz."
Sesi yükselmişti artık. "Dağ geçidinde o çelik gibi gelen orduyu yeneceğiz. Karanlıktan doğduk, karanlığa döneceğiz. Ama giderken, o imparatorluk köpeklerini de yanımızda götüreceğiz!"
Fenrin'in sözleri çevredeki Morrivar savaşçıları tarafından da duyulmuştu. Yaralılar, çökmüş okçular, bitkin büyücüler başlarını ona çevirdiler. Gözlerinde yeniden kıvılcım yandı; umut geri dönmüştü.
Liraz, kardeşine bir kez daha baktı. Sadece Fenrin olduğu için değil… Lenore'nin anısını taşıdığı için. Lenore… o olmadan bu isyan mümkün olmazdı. Liraz onu sevmişti, belki de tek gerçek dostuydu. Eğer o olmasaydı, Morrivar kabileleri birleşmezdi. Onlar tarih boyunca sadece paralı asker olmuşlardı; hiçbir zaman kendi toprakları için savaşmamış, hiçbir zaman bir araya gelmemişlerdi.
Ama Lenore onları birleştirmişti. Ve Aries'e âşık olduğunu öğrendiğinde Liraz, hayranlığını sessizce gömmüştü. O zamanlar bir insana âşık olduğu için Lenore'ye kırgındı. Bugünse Aries, Morrivar için bir Morrivar'dan daha fazlasıydı.
Yine de Liraz bazen düşünmeden edemiyordu: Eğer Aries olmasaydı, Lenore ona âşık olmazdı. Ve belki de hâlâ yaşıyor olurdu… Belki de Morrivar çok daha farklı bir yolda olurdu.
Ama şimdi ne Lenore vardı ne de Aries buradaydı. Geriye kalan tek şey, kendileriydi.
Liraz gözlerini kırptı, uzaklara baktı. "Daldın yine," dedi Fenrin, onun dalgınlığını fark ederek.
"Lenore'yi düşündüm." Sesi yumuşaktı, ama içinde ince bir öfke taşıyordu. "Her neyse... vakit daralıyor. Lejyon harekete geçti. Biz de geçmeliyiz. Geçidin girişinde hâlâ aktif birkaç tuzak olmalı. Bize zaman kazandırırlar."
Liraz ve Fenrin, üç binin altına düşmüş Morrivar güçlerini toparlayarak geçide doğru ilerlediler. Gece hâlâ karanlıktı, fakat doğudan yükselen kızıllık, vadinin gölgelerini yavaş yavaş geri çekiyordu. Sabah yaklaşıyordu. Savaşın ikinci perdesi başlamak üzereydi.
Vadinin doğusunda, sabahın ilk ışıkları hâlâ ulaşamamışken, kumlar titriyordu. Geçide giden yol boyunca atlarının üzerinde ilerleyen iki figür vardı. Önde, düklüğün soğuk zekâsı ve demir iradesiyle tanınan Dük Miriam; hemen yanında ise Lejyon'un kasvetli ve sessiz komutanı Gaius Lecante.
Rüzgâr, ölümün tanıdık kokusunu taşıyordu. Zırhların içinden sızan ter, yanan etin puslu buharıyla karışmış, havaya ağır bir sessizlik yayılmıştı. Yol boyunca uzanan yanmış kemikler, geçmiş saatlerin bedelini sessizce sergiliyordu.
Miriam konuşmuyordu. Ama onun suskunluğu, basit bir sessizlik değildi. Lecante, yanında ilerleyen dükün yüzüne kısa bir anlık bakış attığında, o suskunluğun ardında derin bir hesaplaşma gördü. Sanki her adımda kaybedilen binlerce can, onun zihninde birer birer yeniden canlanıyor, ama bu görüntülerin hiçbiri kararını sarsamıyordu.
On binlerce asker... hepsi, Miriam'ın soğukkanlı stratejilerinin sonucu olarak ölüme gönderilmişti. Fakat bu bir gaflet değildi. O, bu yolu bilerek seçmişti. Çünkü küçük yaşta öğrenmişti: bazen halkını korumak için, onların bir kısmını feda etmek gerekirdi.
Miria Düklüğü onun için yalnızca bir toprak parçası değil, bir mirastı. Ve miraslar, yalnızca korunmazdı. Onlar için savaşılır, gerektiğinde kanla mühürlenirdi.
Bir an için zihninde, unutmak istediği bir hayalet belirdi. Aries. Eğer o burada olsaydı… her şey çoktan sona ermiş olurdu. Lejyon, şövalyeler, hatta belki kendisi bile şu an toprağın altında olurdu. Ancak o burada değildi. İşte bu yüzden… bu savaş, kazanılabilirdi.
Ama yine de kalbinin derin bir köşesinde bir korku taşıyordu. Eğer Aries bir gün dönerse... ve intikamını almak isterse... dua ediyordu ki, bu intikam Miria halkına değil, Helios'a yönelsin. İmparatorluğun gerçek kalbine.
Bu düşünceler, Miriam'ın yüzüne yansımadı. Lecante belki hissedebilirdi ama asla emin olamazdı. Çünkü Dük Miriam, duygularını gözlerinden silmiş biriydi. Eğer Lecante onun iç dünyasını görebilseydi, belki de ihanete yeltenmekle suçlardı. Ama Miriam umursamazdı. Onun için yalnızca bir gerçek vardı: halkı. Ve halkı için gerekirse tüm dünyayı karşısına almaya hazırdı.
Gözlerini geçide dikti. Kumların ötesinde, gölgelerin arasında Morrivar savaşçılarının gözleri parlıyordu. Sanki karanlık, orada bekliyordu. Ve her göz, bir intikam yeminine tanıklık ediyordu.
Miriam, dudaklarını araladı. Sesi neredeyse rüzgâra karışacak kadar düşüktü. Ama içindeki kararlılık, vadideki taşlara kadar işledi.
"Bu sefer," dedi.
"Son olacak."
Geçit, sabahın ilk ışıklarını henüz kabul etmemişti. Vadinin iki taş yamaç arasında uzanan kıvrımlı geçidi, hâlâ geceden kalma gölgeleri taşıyordu. Sanki taşların kendisi, kanla ıslanmış toprağın sessizliğine saygı gösteriyor, her adımı yankılayarak gelecekte olacaklara tanıklık etmeye hazırlanıyordu.
Fenrin, birlikleriyle geçidin girişine ulaştığında, hazırlıklar başlamıştı bile. Savunma pozisyonları kurulmaktaydı. Kalkan duvarı, dar geçide dizilmişti. Kayalıkların üzerine konuşlandırılmış Morrivar okçuları, yaylarını sırtlarından çekmiş, hedef noktalarını ölçüyorlardı. Büyücüler ise taş zemin üzerine büyü halkaları çizerken, eski Morrivar tılsımları fısıldıyorlardı; avuçlarında tuttukları kristaller, mana titreşimleriyle parıldıyor, bazıları yorgun ellerin arasında çatlamaya başlıyordu.
Üç katlı savunma hattı tamamlanmak üzereydi: en önde Fenrin'in doğrudan komutası altındaki zırhlı savaşçılar, onların arkasında mızraklılar ve büyücülerden oluşan destek hattı, en üst hatta ise keskin nişancılar ve gözetleme okçuları vardı. Dağ geçidinin kısıtlı yapısı, saldıran için dezavantaj, savunan için tek şanstı.
Fenrin, birliğin içinden yürüyerek ilerledi. Yüzüne çarpan serin sabah rüzgârı, üzerindeki kana bulanmış zırhı serinletmiyordu. Askerlerin yüzlerine baktı. Çoğu yorgundu, bazıları hâlâ önceki çatışmalarda aldığı yaraları taşıyordu. Ancak gözlerinde bir şey eksik değildi: kararlılık. Onlar kaçacak değil, savaşacaklardı.
"Tharn'ai!"
Sesin geldiği yöne döndü. Kalkanına yaslanmış, dizinde sargılar olan bir subay, ona doğru ilerliyordu. Yüzünde yorgunluk vardı, ama duruşunda onur.
"Savunma hattı tamamlandı," dedi. "Geçidin doğu tarafına üç set patlayıcı tuzak yerleştirildi. Eksik büyücülerin yerine gençler alındı. Eğitimli değiller belki ama ritüelleri ezberlediler. Onları çemberlere dahil ettik."
Fenrin başını yavaşça salladı. "İyi. Bu geçidi tutamazsak, Morrivar'ın geleceğini de kaybederiz. Burada sadece taşları değil, halkımızın umudunu da savunuyoruz."
Subay, başını eğerek onayladı. "Yisan'drel bizi izliyor, Tharn'ai."
Tam o sırada... kumun üzerindeki titreşimler geri döndü. Önce dengede durmakta zorlanan bazı okçular hissetti. Ardından, büyü çemberlerinden bazıları çatladı. Havada bir basınç, sonra bir uğultu...
Yeni bir dalga geliyordu.
Ama bu kez sadece büyüsel titreşim değil, zırhların metalik yankısı da eşlik ediyordu. Taş duvarların kıyısından bir siluet yükseldi; kızıl-gri zırhlı bir figür. Kirliydi, zırhı kana bulanmıştı ve üzerinde taşıdığı semboller, birliği değil, feda edilmişliği temsil ediyordu. Ardından gelen yüzlerce askerle birlikte, geçide doğru ilerlediler.
Lejyon… nihayet gelmişti.
Fenrin derin bir nefes aldı. İki elini uzun kılıcının kabzasında birleştirdi. Kılıcın kenarlarında mor renkli bir aura titriyordu. Morrivar yapımı değildi belki, ama içinde Morrivar öfkesi taşıyordu.
"Pozisyon alın!" diye bağırdı, sesi kayalıklarda yankılandı.
Kara Elfler harekete geçti. Okçular yaylarını çekti. Büyücüler, savunma büyülerine odaklandı. Mızrakçılar öne çıkarak duvarı sıklaştırdı.
Lejyon sessizdi. Yürürken bağırmıyorlardı. Ne bir savaş narası ne de öfke dolu bir tehdit... Sadece yürüyüşlerinin ritmi vardı. Soğuk, kararlı, ölümcül.
İlk saldırı Morrivar okçularından geldi. Gökyüzüne doğru yükselen siyah oklar, bir fırtına gibi indi Lejyon'un üzerine. Bazıları büyüyle donatılmıştı, bazıları karanlıkla. Ama Lejyon'un ön safları kalkanlarını yukarı kaldırmıştı. Oklar çarptı, kimisi sekti, kimisi zırhı yaraladı. Fakat hiçbir asker durmadı. Hiçbiri geri adım atmadı.
Fenrin'in gözleri kısıldı. Liraz haklıydı. Bunlar sıradan askerler değildi. Bunlar, ölüme eğitilmiş adamlardı. İlk temas, dar geçitte gerçekleşti. Lejyon, bir çekiç gibi vurdu; Morrivar mızrakçıları ise duvar gibi karşı koydu. Çelik çeliğe çarptı. Büyüler kalkanlara yaslandı. Çığlıklar yankılandı. Ama bunların hiçbiri Lejyon'dan gelmiyordu. Onlar hâlâ sessizdi. Ölüm gibi… sessiz ve kaçınılmaz.
Fenrin ön saflara atıldı. Bir Lejyoner'i tek hamlede geri itti, ardından diğerine yöneldi. Eğilip savunmayı kırdı, diz kapağına indirdiği darbe ile adamı yere serdi. Ancak düşen bile kılıcını bırakmıyordu. Fenrin sıçradı, darbeden kaçındı ama omzuna aldığı ikinci bir kılıç darbesi zırhını çatlatmaya yetti. Bir büyücü, arkasından gelen saldırıyı savuşturdu, ancak bu onun son büyüsüydü. Mana tükenmişti. Olduğu yere yığıldı.
"Tharn'ai!" diye haykırdı bir asker. "Geçidin batı yakasından da geliyorlar!"
Fenrin döndü. Lejyon yalnızca önden değil, üst kayalıklardan da sızıyordu. Küçük birlikler, arka hatları kuşatmaya başlamıştı.
"Yedek kuvvetler batıya sıralansın!" diye bağırdı. "Mızrakçılar ikinci hatta geri çekilsin!"
Kum, kan ve toz havaya karışmış, geçidin her yanı boğucu bir sisle dolmuştu. Her adım, bir savaş kararına dönüşüyordu.
Ve o anda... doğudan ağır bir adım duyuldu. Lejyon'un ön safları sessizce açıldı. Aralarından bir figür çıktı.
Zırhı siyahtı. Diğerlerinin aksine kirli değildi. Tertemizdi. Parlıyordu. Omuzluklarında mor çizgiler vardı. Başlığı açıktı. Yüzü beyaz, gözleri buz gibi ifadesizdi. O bir adam değildi. O bir mesajdı.
Gaius Lecante. Lejyon Komutanı.
Fenrin onunla göz göze geldiğinde içini bir soğukluk kapladı. Bu adam yalnızca komutan değildi. Bu adam, intikamın ve inancın şekil bulmuş hâliydi.
"Beni tanımıyorsun, kara elf," dedi Gaius. Sesi, vadide yankılandı. "Ama tanıyacaksın. Bugün burada hepiniz Helian'a adak olacaksınız. Ve sen... ilk kurbanım olacaksın."
Helian. İmparatorluk'un Güneş Tanrısı. Onlara göre savaşın, arınmanın ve kurbanın ilahi gerekçesi.
Fenrin, kılıcını iki eliyle kavradı. Arkasına dönerek askerlerine baktı.
"Thal'varin olarak emrediyorum: Geri çekilin."
Hiçbir ses çıkmadı. Hiçbir itiraz gelmedi. Çünkü o an, savaş yalnızca iki kişi arasında kalmıştı: bir halkın yükünü omuzlarında taşıyan Fenrin... ve bir imparatorluğun celladı olan Gaius.
Geçit sessizce boşaldı. Askerler geri çekilirken, taş zeminde yalnızca iki figür kalmıştı.
Yukarıda, kayalıkların üzerinde bir başka figür duruyordu. Liraz. Ellerinde kristaller vardı. Ama büyü yapmıyordu. Gözleri kardeşinin üzerindeydi. Dudakları sessizce kıpırdadı.
"Yisan'drel... kardeşimi izle ve ona güç ver."
Rüzgâr kesildi. Kum sessizliğe büründü. Ve geçit, yalnızca iki adamı beklemeye başladı.