Sapharyn Vadisi'nin Batı Girişi – Gallant İmparatorluk Ordusu Ana Hattı
Miria Geçidi'nin batısında, genişleyen çölün sınırında kurulan kamp sabaha karşı uyandı. Güneş henüz ufukta görünmemişti, ama kumun üzerinden esen soğuk rüzgâr, yaklaşan bir şeyin habercisi gibiydi.
Dük Miriam, zırhının tokalarını sessizce kontrol ederken, çadırın dışından gelen homurtular, emirler ve sabah hazırlıklarının yankısı çadırın içinde hafif bir uğultuya dönüşüyordu.
Bu sessizlik, fırtına öncesinin sessizliğiydi.
Masasının üzerinde duran haritaya eğildi. Kalın parşömenin üzerindeki çizgiler, haftalardır onun uykularını bölen kabuslara dönüşmüştü.
Vadinin doğal yapısı, her askeri için birer mezar çukuru anlamına geliyordu. "Sapharyn…" diye mırıldandı. Karanlığın hüküm sürdüğü, tozun ve ölümün kol gezdiği bir vadi.
Bir sesle irkildi.
"Batı hattı hazır, Lordum" dedi kampa yeni atanan subaylardan biri. Üzerinde gallant sancaklı bir zırh vardı, ama sesi ürkekti. Çöl havasına hâlâ alışamamışlardı. Bu iklim, düşmanı kadar dostu da yutardı.
Dük Miriam başını hafifçe salladı. "Lejyon ne durumda?"
"Henüz yerlerinden kımıldamadılar Lordum. Kum fırtınasının dinmesini bekliyorlar."
Tabii ki bekliyorlardı. Lejyon her zaman beklerdi. Doğru an gelene kadar bir adım bile atmazlardı. Ve sonra... tek bir adımla tarih yazarlardı.
Miriam'ın gözleri, kampın en doğu ucuna yerleştirilen nöbetçi kulelerine kaydı. Kumun üzerindeki çizgiler, sabaha karşı gelen öncü raporları doğrular şekilde yer yer silinmişti. Kara elfler yeraltına kapanmıştı.
Tuzaklar, hendekler ve muhtemelen daha kötüsüyle bu toprağı işaretlemişlerdi. Burası onların evi olmuştu artık.
Güneş, doğuya doğru yükselirken Dük Miriam ve subayları, düşmanı gözetlemek için doğu nöbetçi kulelerinden birine gittiler.
Çölün kızgın toprakları, gün boyunca biriktirdikleri ısıyı geri salmaya başlamıştı. Ufuk çizgisi, titreyen havanın içinde dalgalanıyordu.
Kum fırtınası henüz şiddetlenmemişti ama vadi, kendi suskun fırtınasını çoktan içinde biriktiriyordu.
Miriam, yükseltilmiş taş bir gözetleme noktasında duruyor, önünde uzanan vadinin devasa genişliğine bakıyordu. Sapharyn…
Yerel halkın deyimiyle "ölüm vadisi". Daha önce sayısız bölgeyi haritalandırmış, sarp geçitleri aşmıştı ama hiçbir yer burası kadar uğursuz görünmemişti gözüne.
Yanına gelen subay eğilerek selam verdi. "Lordum, öncü birlikler geçidi temizledi. İkinci kademe birlikler için yol açılıyor."
Miriam başını salladı ama cevap vermedi. Gözleri hâlâ vadideydi. Orada, kumların ve taşların ardında düşman onları bekliyordu.
Kara Elfler. Kütüphanesinde bulunan antik elf kitaplarında onlar hakkında Morrivar olarak bahsediliyordu. Miria toprakları yüzyıllarca bu Morrivar'lar ile çatışma halindeydi.
Onları kölelikten kurtaran adam, şimdi ortalıkta yoktu. Ancak ardında bıraktığı kararlılık, hâlâ diriydi.
Ve Miriam bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu.
"Burası bir mezarlık olacak," diye mırıldandı kendi kendine. "Ama kimin için, henüz bilmiyorum."
Dört farklı sancağın gölgesi, kamp boyunca esiyordu. Lejyonun gümüşi zırhları sessizce parlarlıyor ve disiplinin simgesi olarak sıralarını koruyorken; auxillia birlikleri daha gevşek, ama yine de eğitimliydi.
Yerel eyalet orduları, sayıdan ibaretti çoğu zaman. Zırhları uyumsuz, mızrakları eğretiydi. Ve kendi ordusu… Miria'nın seçkinleri. Kıdemli şövalyeler, büyücüler ve deneyimli avcılar. Hepsi gözünü vadiye dikmişti.
Ama Miriam, hepsinden fazlasını düşünüyordu.
Emir kesindi: Kara elf ordusu yok edilecekti. İmparatorluk, isyana bir daha cesaret edecek tek bir köle bırakmayacaktı.
Ancak emirler, vicdanı susturmaya yetmiyordu.
"Liraz…" diye düşündü içinden. "Ve o çocuk, Fenrin. Eğer emir farklı olsaydı, belki…"
Miriam esasen bu kara elflere acımıyordu. Ancak o ikisi, Aries denilen iblisle çok yakındı. Eğer Liraz ve Fenrin bu savaşta öldürülürse, Aries intikam almaya Miria düklüğünden başlardı.
Ariesin intikamını kendi halkına yöneltmesini istemiyordu. Bir ihtimal lejyondan önce o iki kara elfi ele geçirebilirse, öldürmek yerine hapsedebilirdi belki. Ama sonra Argus'un sözleri yankılandı zihninde.
"Onların ölümü, gelecekteki tüm isyanlara örnek olacak."
Dük gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı.
Taktiksel olarak, savaşı kazanmak mümkündü. Ama kazanmanın bedeli... çok ağır olacaktı.
Sapharyn, düşman kadar doğayla da savaşılması gereken bir yerdi. Kum yılanları, çöl kurtları, zehirli böcekler, aşırı sıcaklık, kuru hava, kum fırtınaları...
Hepsi yalnızca bir yan tehlikeydi. Gerçek sorun, düşmanın burayı evi gibi bilmesiydi ve tüm bu olumsuz şartları kendi lehlerine kullanabiliyor olmalarıydı.
Ve tüm bu olumsuzluklar içerisinde onları buradan söküp atmak… kolay olmayacaktı.
Miriam, haritasını açtı. Kumun üzerine yaydığı taş planın her bir köşesine farklı işaretler koymuştu. Tuzak bölgeleri, düşmanın tahkimat noktaları, kum geçitleri. Hepsi biliniyordu. Ama bilmek, yeterli değildi.
"Ben bir koruyucuyum." dedi kendi kendine.
Ama şimdi bu savaşta koruyacağı şey sadece ordusu değildi. Kendi halkıydı.
Ve onları korumak için, elinden geleni yapması gerekecekti.
Nihayet zaman geçerken, Dük Miriam ve diğer generallerin emriyle ordu toplanmıştı.
Yükselen toz bulutları, güneşin öğle ışığını gri bir perdeye dönüştürüyordu. Gökyüzü açık olmasına rağmen, ufka doğru bakan herkes havanın boğuculuğundan şikâyet ederdi.
Kum, askerlerin zırhlarının arasına, ciğerlerine ve hatta düşüncelerine bile sızıyordu. Gölge yoktu. Su yoktu. Serinlik yoktu. Sadece kuraklık ve yürüyüş.
Dük Miriam, atının üzerinde, vadinin sınırına uzanan yükseltiye bakıyordu. Saçlarına kadar işlemiş kum ve ter karışımı, günlerdir süren yolculuğun izlerini taşıyordu.
Yürüyüş bir aydır sürüyordu. Ve bu süre boyunca, sayısı bini aşan asker kumun içinde gömülmüştü.
Ama o daha fazla şeyin öleceğini biliyordu.
Yanındaki subaylardan biri, suskunluğu bozarak konuştu.
"Dük Hazretleri… Eyalet birliklerinde çözülmeler başladı. Dün gece kampı terk etmeye çalışan otuz kişi yakaladık. Yargısız infaz emrini verdik."
Miriam başını eğdi. Gözlerinde bir anlığına bir yorgunluk parıltısı belirdi.
"İnfaz etmek kolaydır. Disiplini sağlamak ise daha zordur. Ama devam edin. Bu vadi disiplinsiz bir orduyu affetmez."
Arkasındaki kalabalığın ritmi giderek bozuluyordu. 20 bin kişilik Miria Düklüğü ordusu, memleketlerinden çok uzakta, düşman toprağında ve güneşin altında kavruluyordu. Yorgundular, bıkmışlardı, öfkeliydiler. Ancak asıl sorun bu değildi. Asıl sorun, neyle karşılaşacaklarını biliyor olmalarına rağmen, ellerinden bir şey gelmemesiydi.
Miriam derin bir nefes aldı. Sapharyn Vadisi'nin merkezinde ve düşmanın hemen önündeydiler artık. Halk arasında "ölüm vadisi" denilen bu bölgede, İmparatorluk ordusu, düşmanla karşılaşmadan hâlihazırda kayıplar vermeye başlamıştı.
Yanındaki harita subayı öne çıktı ve kıvrılmış parşömeni açtı.
"İstihbaratımıza göre vadinin doğusunda, kayalıkların arasında tahkim edilmiş bir kara elf kampı var. Kum yılanları ve yerel yaratıklar bölgede hâkimiyet kurmuş ve kuvvetle muhtemel kara elfler tarafından evcilleştirilmişler. Yani onlarla da savaşmamız gerekecek. Vadinin coğrafyası, onlara büyük avantaj sağlıyor."
Başka bir subay, omzundaki tozları silkeleyerek lafa karıştı:
"Onları kıstırdık. Tek kaçış yolları bizim şu an üzerinde bulunduğumuz vadi çıkışı. Bizi durdurmaları mümkün değil. Yeter ki Lejyon devreye girsin."
Dük Miriam, yavaşça başını salladı.
"Ve bu yüzden en son devreye girecekler. Onlara yer açmak için önden 40 bin kişiyi göndermek zorundayız."
Subayların bazıları irkildi. Sözde taktik bir karardı bu ama gerçekte… bir infaz emriydi.
Auxillia birliklerinin ve Miria ordusunun büyük kısmı bu vadiden sağ çıkamayacaktı. Dük Miriam bunu biliyordu. Ve vicdanı bunu reddetse de emirler netti.
Ama onu asıl korkutan başka bir şeydi. Aries.
Fenrin ve Liraz… Onları şahsen tanımıyordu. Ancak bu iki isim, Aries'le özdeşleşmişti. Ve bu çocuk, Aries, imparatorluk ordularıyla ve hatta Ogmios, Argus gibi devasa figürler ile bir iblis gibi savaşmış, zafer üstüne zafer kazanmıştı. Eğer bu savaşta bu iki kara elf ölürse, Aries dönecekti. Ve dönerse…
Miria düklüğü haritadan silinebilirdi.
"Daha fazla kan dökülmesini engellemek istiyorsak, bu savaşı çok dikkatli yönetmeliyiz," dedi Dük kendi kendine. "Ve o iki elf… hayatta kalmalı."
Ama bunu diğer subaylara söylemedi. Çünkü bu ordu, emirle hareket ederdi. Ve emirler de kesindi.
Bu esnada diğer birliklerin subayları da gelmişti. Son planlamalar tartışılıyordu.
"Vadinin ağız kısmı dar, ama sağ kanattaki platoya geçiş mümkün," dedi Auxillia birliğinin Komutanı Lukas, ağır zırhının içinden boğuk bir sesle. "Eyalet ordusunu oraya kaydırırsak, kuzeyden baskı kurabiliriz."
Miriam başını kaldırmadan sordu. "Peki orada ne var, Lukas?"
Lukas, kısa bir an sustu. "Kum. Ve yırtıcılar."
"Yani birlikleri sıcaklığa, susuzluğa ve yaratıklara teslim edeceğiz," dedi Dük Miriam, başını kaldırmadan. "Bu vadide her adım yanlış karar olabilir."
"Lejyon bekliyor," dedi bir başka subay, Genç Sarren Lorne. Sesi hevesliydi. "Kumandanları, saldırı için emirlerinizi bekliyorlar."
Miriam ona baktı. Lorne'un zırhı yeniydi, sesi gençti, ama gözlerinde bir parıltı vardı. Ya kahraman olma arzusu ya da erken bir mezara girme tutkusuydu.
Çadır sessizliğe gömüldü.
Miria Düklüğünün subaylarından birisi, genç Lorne'yi görmezden gelerek söze girdi. "Buralar en riskli bölgeler. Sis büyüsüyle örtülmüş, zemini gevşek. Eğer eyalet ordusunu platoya gönderirsek, elimizde bu tehlikeleri aşacak bir tek Auxillia birliği kalıyor." Dedi parmağı ile haritada belirli bölgeleri işaret ederek.
Auxillia Subaylarından Drenn "Efendim... Lejyon karargâhı bunu uygun bulmayabilir. Auxillia onların destek hattı."
Dük Miriam kaşlarını çatarak cevap verdi. "Kayıplar kaçınılmaz ancak bu savaşın kayıtlarına yazılacak ölü sayısını azaltmak benim görevim."
Miriam arkasına döndü, çadırın yan perdesini kaldırıp dışarıya baktı. Ufukta vadi karanlığı uzanıyordu. Gökyüzü hâlâ kızıl değil, ama yakındı.
"Miria ordusu benim komutamda vadi tabanında ilerleyecek. Auxillia'yı sağ yamaca kaydırın, ama dikkatli olun. Tuzaklara ve yaratıklara karşı tarama grupları önden gönderilsin. Eyalet ordusu ise plato üzerinden düşmana baskı kuracak. Güneş batmaya başladığında, ilk saldırıyı başlatacağız."
"Güneş battıktan sonra mı... Kara elfler ve evcil yaratıkları karanlıkta daha iyi görecek. Tuzaklar daha zor seçilecek. Bu, intihar değil mi efendim?" diye sordu Subay Drenn.
Dük Miriam, subaya bakmadan, haritayı gözlemlemeye devam ederek cevapladı. "Güneşin altında savaşamayız. 60 derece sıcaklık, zırhı tabuta çevirir.
Karanlıkta ölmektense, sıcakta kavrulmak daha mı şerefli?
Askerlerim yanarak değil, çelikle ölsün istiyorum."
"Peki ya Lejyon?" diye sordu Lorne, bir an duraksayarak.
"Onlar yerinde kalacak." Miriam döndü. "Henüz sahaya çıkma vakitleri değil."
Subaylar birbirlerine baktı. Savaş kaçınılmazdı, bunu herkes biliyordu. Ama Dük Miriam'ın gözünde bu, bir savaştan öteydi. Bu, dengeleri yeniden kuracak, kanla çizilmiş bir strateji oyunuydu.
Ve iyi bir komutan, son taşını açığa çıkarmadan önce rakibinin hamlesini beklerdi.
Dük Miriam son emrini verdiğinde, çadırın içinde bir uğultu vardı. Subaylar birbirlerine kısa bakışlar atarak selam durdular ve hızla dışarıya çıktılar.
Her biri, emrini almış bir ordu gibi kendi birliklerine döndü.
Kamp artık yalnızca bir kamp değil, kaderin taş zemine çizildiği bir satranç tahtasıydı.
Güneş, vadi boyunca uzanan sarı hattın üzerine ağır ağır süzülüyordu. Her saat, kumun üstüne daha keskin gölgeler düşürüyordu. Hava sıcak ama sessizdi. Ölüm, çığlık atmadan ilerliyordu.
Merkezde, Miria'nın seçkinleri hazırlanıyordu. Sessizlikleri disiplindi; tereddütsüzdüler. Zırhlar parlatılmıştı, mızraklar dizildi, mana çemberleri yeniden yapılandırıldı. Onlar, Dük'ün gözleriydi. Onun buyruğu, onlar için yasaydı.
Sağ kanatta, Auxillia birlikleri daha dağınık ama enerjikti. Askerlerin bazıları son anları olabileceği için sevdiklerine mektup yazıyor, bazıları su tulumlarını kontrol ediyor, kimileri ise gergin bir bekleyişle kumlara çömelmişti.
Onlar para için savaşıyorlardı; ama içlerinde, bir kısmı ilk defa ölümü bu kadar yakından görüyordu.
En kuzeydeki platoda, eyalet ordusu, vadiye en uzak noktada ama en zayıf hâldeydi. Kumun üzerine serilen zırhlar yamalı, askerlerin moralleri düşük. Aralarında dua edenler, kaçmayı düşünenler ve öfkesini kusanlar vardı. Ama artık çok geçti. Gün batımına birkaç saat kalmıştı.
Miriam, komuta sırtındaki taş tabyadan çevreyi gözlüyordu.
Zırhı terle ıslanmıştı ama dudakları kıpırdamıyordu.
Gökyüzü, yavaşça renk değiştiriyordu. Altın, turuncuya… turuncu, kızıla…
Arkasında, kuşatma makineleri diziliyordu. Onar metre arayla yerleştirilen ağır balistalar Gallant İmparatorluğu'nun gökyüzüne fırlattığı akrep mızraklarıydı.
Kollar çekildi, halatlar gerildi, mühendisler emir bekliyordu.
Bir subay yaklaştı:
"Dük Hazretleri. Balistalar kuruldu. Yön ve açı tamam.
Güneş batmadan atış yapılabilir."
Miriam sadece başını salladı.
Zihni bir noktaya takılmıştı, platodaki askerler.
Kendisine değil, emirlerine değil... toprağa teslim edilmiş gibiydiler.
Yine de düşüncesini kendine sakladı. Çünkü artık kararsızlık için vakit yoktu.
Güneş vadinin sırtlarına doğru eğilirken, kamp boyunca ezberlenmiş bir düzen yankılanmaya başladı.
Komutan çanları çaldı. Tulumlar bağlandı. Mızrak uçları sivrildi. Büyücüler içlerinden kadim büyü sözlerini tekrarlamaya başlamıştı.
Her rütbe… her sancak… her asker nefesini tuttu.
Ve sonra…
"Balistalar hazır!" diye haykırdı kıdemli bir mühendis.
Miriam gözlerini kapattı.
"Başlayın."
Halatlar koptu. Demir kollar fırladı.
Kumdan bir uğultu yükseldi, gökyüzü delinmiş gibi oldu.
Ve ilk balista, çölün sessizliğini paramparça etti.
Hedef ise vadinin doğusundaki karanlık geçitti.
Mızrak gibi bir ok, geceye doğru yol aldı.
Ardından bir diğeri… ve bir diğeri daha…
Güneş, ufka çarptı. Kumun üstü alev gibi titredi.
Ve vadinin diğer ucunda… gölgeler kıpırdamaya başladı.