Cherreads

Chapter 10 - 10

Sabah olduğunda Mağaranın içi, kulakları sağır eden bir gürültüyle sarsıldı. Taş duvarlar inledi, tavandan ufak kaya parçaları dökülmeye başladı. Sanki doğanın kalbindeki bir canavar uyanmış ve derin bir nefes almıştı. Gürültüyle uyanan büyücüler yerlerinden fırlayarak etraflarına baktılar; panik ve şaşkınlık gözlerinden okunuyordu.

Ama içlerinden biri, Kaelen, sanki bu anı bekliyormuş gibi sakinliğini koruyordu. Siyah saçları dağınık bir şekilde omuzlarına düşerken, kırmızı gözleri serinkanlı bir dikkatle mağaranın içini taradı. Gözleri kısa sürede diğer iki büyücüye takıldı.

Liam, sarsıntının şiddetinden dolayı denge kaybetmemek için duvara yaslanmış, avuçlarıyla titreşen zemini tutmaya çalışıyordu. Solgun yüzü ve çatılmış kaşlarıyla gerginliği açıkça belli oluyordu. Olivia ise başını yukarı kaldırmış, mağaranın tavanına endişeyle bakıyordu. Çatlayan kayaların arasında yavaşça sızan toz zerrecikleri, başlarına çökebilecek bir felaketin habercisi gibiydi. Sanki yalnızca mağara değil, tüm ada yerinden sarsılmıştı.

Kaelen, derin bir nefes aldı. Bu manzarayı ikinci kez görmek ona garip bir şekilde tanıdık geliyordu; neredeyse huzur verici bile denebilirdi. Sessizce doğruldu ve mağaranın çıkışına yöneldi. Her adımda çakıl taşları ayakkabılarının altında ezilirken, mağaranın ağız kısmına yaklaşınca dışarıdan gelen serin rüzgâr yüzüne çarptı. Gözlerini kısıp dış dünyaya adımını attı.

Onu takip eden ilk kişi Olivia oldu. Tereddütlü ama kararlıydı. Arkalarından gelen Liam ise istemeye istemeye, güvenli gördüğü taş duvarların ardında kalmak yerine arkadaşlarını yalnız bırakmamayı tercih etmişti. Güvende kalmanın bedelini dün sabah çok kişi ödemişti.

Mağaranın bulunduğu yer, adanın nispeten yüksek bir noktasındaydı. Bu sayede ormanın yeşil örtüsü, kumsalın altın rengiyle birleştiği kıyı hattı ve dalgaların ritmik dansıyla şekillenen sahil, neredeyse 180 derece görüş alanında gözler önüne seriliyordu. Uzakta, okyanusun mavisi ile gökyüzünün tonu birbirine karışmıştı. Ama bu doğa manzarası içinde, yaklaşmakta olan felaket kendini çoktan göstermeye başlamıştı.

Liam'ın sesi endişeyle karışık bir şaşkınlıkla duyuldu.

"Bu da ne… Burada kalmalı mıyız?"

Kaelen cevap vermedi önce. Gözleriyle adanın en uç noktasındaki kumsala odaklandı, ardından işaret parmağını yavaşça oraya doğru kaldırdı.

O anda deniz yüzeyi kaynamaya başladı. Köpüren suların içinden yükselen buhar, havaya yoğun bir kükürt kokusu yaydı. Doğanın derinliklerinden gelen bu uğursuz ısı, görünmeyen bir yaratığın solukları gibi gökyüzüne karışıyordu. Sanki denizin altından biri, ya da bir şey, yüzeye tırmanmaya çalışıyordu.

Ve sonra geldi o görüntü — kumsal, yavaşça ama kararlılıkla kızıl lavlar tarafından yutulmaya başladı. Önce sıcaklıkla sararıp bükülen otlar, ardından ağaçların gövdeleri birer birer tutuştu. Lav, adeta doğanın damarlarında dolaşan bir kızıl hastalık gibi yayılıyor, ormanın sınırlarına ulaşana dek durmak bilmiyordu. Ağaçlar, sıcaklığa daha fazla dayanamayarak alev alev yanmaya başladı; çıtırtılar gökyüzüne karışan dumanla beraber yankılandı.

Bu bir mesajdı — Pheniyet'in açık, tartışmaya yer bırakmayan mesajı. Adanın dış katmanları birer birer yok olacaktı. Hayatta kalmak için tek seçenek ilerlemekti, adanın merkezine doğru yürümek. Geriye çekilen, tereddüt eden, beklemeyi seçen herkes için son kaçınılmazdı.

İkinci günün sabahında, kumsalda kalmaya karar veren tüm büyücüler yok olmuştu. Lavlar yalnızca bedeni değil, tereddütü, korkuyu ve zayıflığı da yakıyordu. Mana dünyasında korkaklara yer yoktu. Pheniyet'in kuralı netti: Ya ilerle, ya öl.

Mesaj açık ve netti.

Kaelen, yanındaki iki büyücüye göz gezdirdi. Liam'ın yüz ifadesi, sanki küçük dilini yutmuş gibiydi; gözleri irileşmiş, dudakları aralanmıştı. Olivia ise daha sessizdi, ama onun bakışlarındaki dehşet çok daha derindi. Kaşları çatılmış, yüzü solmuştu. Alevlerin yansıması gözlerinde dans ediyor, dudaklarını aralasa da tek kelime edemiyordu.

Kaelen içinden geçirdi:

"Demek kahin bile olsan yeteneklerinin bir sınırı var. Belki de mana ile ilgili olan etkiler hakkında bir görüşü yoktu."

Kaelen'in genç kahin hakkında birçok düşüncesi vardı.

Kahinler... Halk arasında geleceği gören, her olasılığı bilen varlıklar olarak tanınırlardı. Ama bu, büyük bir yanlış anlaşılmaydı. Gerçek şu ki, kahinlerin görülerine konu olan olaylar sınırlıydı. Onları doğrudan etkilemeyen, kader çizgilerine dokunmayan olayları göremezlerdi.

Kaelen, çocukların şaşkınlığı biraz olsun dağıldıktan sonra konuştu.

"Buradan ayrılmanın zamanı geldi," dedi ve omuzlarını gererek iyice esnedi. Eklem yerlerinden gelen çıtırtılar sessizliği böldü. Kasları, uzun süreli hareketsizliğin ardından nihayet uyanıyordu. Yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı.

"Demek bu şekilde olacak," diye mırıldandı kendi kendine.

Liam, artık sesini biraz toparlamıştı. Merakla dolu gözlerini Kaelen'a çevirdi. Sanki parçaları yavaş yavaş birleştirmeye başlamıştı.

Adanın en dış katmanı—göz alabildiğine uzanan altın sarısı kumsallar—yok edilmişti. Bir zamanlar denizle karanın dans ettiği o huzurlu sınır, artık yerini çökmüş, alevlerle kavrulmuş ve toprakla kapanmış bir boşluğa bırakmıştı. Gökyüzünde dolaşan kuşlar bile o tarafa yaklaşmaya cesaret edemiyor, yanmış yosun kokusu rüzgarla birlikte ormanın içlerine doğru sürükleniyordu.

"Bu da merkeze gitmemize sebep olacak," dedi Liam, gözleri ufka takılmış bir şekilde. "Bir battle royale'den beklendiği üzere, hepimizi küçük bir dairenin içine hapsetmeye çalışacaklar. Alan daralıyor."

"Peki..." Olivia gözlerini kısmış, endişeyle Liam'a döndü. "Nereye gideceğiz?"

Liam, soruyu yanıtlarken elini kıvırcık kahverengi saçlarında gezdirdi. Tereddütlü bir sessizlik, kelimelerinden önce havaya yayıldı. Bir an için cevap vermek yerine etrafa kulak kabarttı. Uzaklardan gelen kuş cıvıltıları, tehditkâr bir şekilde kesilmişti. Bu, yaklaşan fırtınanın habercisiydi.

"Şimdilik acele etmeye gerek yok," dedi nihayet. "Muhtemelen diğer dairenin yok oluşu, bizim şu an bulunduğumuz bölgeye kadar genişleyecek. Yani en azından bir gün daha güvendeyiz. Ancak…"

Cümlesi havada asılı kaldı. Gözleri ciddi bir ifadeyle daralan alanın haritasını zihninde çizer gibiydi. Konuşmadan önce tekrar derin bir nefes aldı.

"Eğer kumsaldaki canavarlar toplu halde iç kısımlara kaçmaya başlarsa, bu bir tür kar topu etkisi yaratır. Yani..." Gözleri Olivia'yla buluştu. "Bu, her bir türün avlanma alanlarının değişmesine yol açar. Yüzeysel bir göç değil, düzensiz, saldırgan bir ilerleyiş olur bu. Eğer göç eden canavarlar, girdikleri bölgelerdeki türlerle savaşırlarsa, o bölgelerin yerel türleri de itilir. Bu zincirleme reaksiyon, en sonunda bizi ormanın derinliklerine kadar sürükleyebilir."

Kaelen, konuşmanın karamsarlığından sıkılmış gibi duraksadı. Gözlerinde tanıdık bir parıltı vardı—sanki kaosun içindeki fırsatları gören biri gibiydi.

"Peki..." dedi, gözleri hafifçe kısılmış. "Ne yapmamızı önerirsin?"

Liam, Kaelen'in ona yönelttiği soruya doğrudan bakmadı. Bakışları hâlâ uzaklarda, görünmeyen bir tehdide kilitlenmişti. Olivia da sessizliğini bozmadan Liam'a odaklanmıştı; sanki ağzından çıkacak her kelime kaderlerini belirleyecek gibiydi.

"Hmm..." diye mırıldandı Liam. "Bize iki seçenek kalıyor. Ya bulunduğumuz konumu korur, yaklaşan canavarlarla yüzleşiriz... ya da bir alt kademeye inip bölge savaşlarına katılırız."

Olivia'nın kaşları çatıldı. "Bölge savaşlarına katılmak... bir katliama dönüşebilir."

Sesi alçak ama belirgin bir korkuyla doluydu. Sanki sadece bu kelimeleri dile getirmek bile uğursuzluğu çağırır gibiydi. Kaelen ise sessizliği daha fazla kaldıramadı, kendi düşüncesini paylaştı.

"Ancak getireceği ödüller de büyük olur. Düşünsene," dedi, gözlerinde hırçın bir kıvılcımla, "herkes iç kısımlara kaçarken biz tersine gideriz. Kaçışın bıraktığı boşluğu kullanır, yaralı ya da bölgesini korumaya çalışan canavarları avlarız. Hayatta kalmak için silahlara ihtiyacımız var ve en iyi silahlar düşmanlardan düşenler."

Kaelen'in sözleri mantıklıydı ama arkasındaki dürtü farklıydı. O, tehlikeyi düşünerek değil; aksine, tehlikenin içine dalmayı daha heyecanlı bulduğu için konuşuyordu. Onun gözünde bu sadece bir oyun, daha doğrusu kaderin çekiştirip durduğu zincirlerden kurtulmak için bir fırsattı.

Bu tür durumlara "kaderin düğümlenmesi" denirdi. Seçeneklerin varmış gibi görünse de aslında yoktu. Gideceğin yol çoktan çizilmişti ve ne yaparsan yap, anlamlı bir fark yaratamazdın. Bu yüzden, Kaelen kendi zincirlerini kırmak istiyordu. Kaderin ördüğü ipleri kesmenin tek yolu, ileri atılmaktı.

Bir adım attı ve birkaç metre yüksekliğindeki kayalıktan, yumuşak bir inişle ormanın içine indi. Zemindeki yapraklar çıtırtıyla ezildi, hava yoğun bir rutubetle doluydu. Sessizlik içinde Olivia ve Liam bakıştılar. İlk başta kararsız kaldılar, ama sonunda Olivia'nın öngörüsüne güvenmeye karar verdiler.

Üçlü, sessiz adımlarla ormanlık alanda ilerlemeye başladı. Mana izlerini minimumda tutmak için "Kai" tekniklerini aktif hâlde sürdürüyorlardı. Yani bedenlerinden yayılan enerjiyi bastırıyor, iz bırakmamaya çalışıyorlardı.

Kaelen zaman zaman grubu durduruyor, çevreye kulak kabartıyor, toprağın nabzını yokluyordu. Havadaki titreşimleri, ağaçların hafif salınımlarını okuyordu. Liam, onun bu dikkatine hayretle karışık bir merakla bakıyordu.

Kaelen'in algıladığı şeyleri kendisi göremiyordu çoğu zaman. Ama bu onu yetersiz hissettirmiyordu; zira bilgiyle desteklenen bir gözlemciliği vardı. Örneğin, yerdeki belli belirsiz izleri fark eden ilk o oldu.

"Bekle," dedi ani bir fısıltıyla. Kaelen'i durdurdu ve çömeldi.

Yerde, toprağa derince gömülmüş izleri işaret etti. Liam avucunu izi kapatmaya çalıştı ama iz, avcunun çok daha ötesindeydi.

"Bu, büyük bir yırtıcıya ait," dedi dikkatle. "Muhtemelen birkaç saat önce buradan geçmiş. Görünüşe göre sempanzelerle çatışmış."

Kaelen, Liam'ın yere bakarak kurduğu bu senaryoya bir şey demedi. Sadece göz ucuyla izleri inceledi. Gözleri, parıltısını kaybetmiş metal bilyelere takıldı. Mana ile doldurulmuşlardı, yani mana ile kullanılmıştı. Bu belli bir grubun işaretiydi.

"Pheniyet…" diye mırıldandı Kaelen. "ahhh bu sınav canımı sıkmaya başladı."

Gülümsedi. Pheniyet'in ne düşündüğünü cidden merak ediyordu. Bu tür tuzaklar kurmak zekiceydi ama yetersizdi. Kaelen'in zihni çok daha karmaşık çalışıyordu.

Liam, ormanın yoğunlaştığı bir yönü işaret etti.

"Canavarın yaraları derin... Bu tarafa gitmiş."

O yön, ormanın göbeğiydi. Gün ışığının bile süzülmekte zorlandığı, yoğun yaprakların birbirine karıştığı karanlık bölge. Kaelen içinden bir dürtüyle kıpırdandı. Yaralı bir av... fırsat demekti.

"Hadi gidip bir bakalım," dedi, gözlerinde kıvılcımlarla.

Grup başını sallayarak ilerlemeye devam etti. Güneş, gökyüzünde en yüksek noktaya ulaşmıştı. Zaman hızla akıyor, gölgeler boylarını kısaltıyordu. Ormanın içindeki nem artmış, kuş sesleri neredeyse tamamen kesilmişti.

Zaman daralıyordu. Geri dönmek için çok geçti.

Canavarın gittiği yer ormanın derinliklerindeydi. Kaelen içinden yaralı canavarı takip etmek için büyük bir istek duydu.

"Hadi gidip bir bakalım."

Grup kafalarını sallarken güneş tepelerine çıkmıştı. Ormandan çıkmak kalan saatleri git gide azalıyordu.

More Chapters