Sapharyn Savaşı'ndan bir hafta sonra
İmparatorluğun Güneyi – Cadia Sınırı, Valenor Şehri
"Başkomutan!"
Uzakta yükselen taş surların gölgesinde yankılanan ses, sabah sisini yaran ilk kelimeydi. Gri pelerinli haberci, uzun merdivenleri ikişer üçer aşarak kuleye vardı. Kendisini bekleyen figürün önünde diz çökerek selam verdi.
"Lordum, Sapharyn'deki lejyondan bir kuzgun ulaştı. Mektup doğrudan size hitaben yazılmış."
Argus, Valenor'un yüksek gözetleme kulesinde, tek başına ayakta duruyordu. Şehrin yeni onarılan taş duvarları ve yarı inşa hâlindeki kışlalar ayaklarının altındaydı. Gözleri Cadia topraklarına doğru uzanmış, sisle kaplı tepelerin ardındaki Ecyad Kalesi'ni arıyordu.
Mektubu aldı. Parşömeni açarken dudakları çizgisel bir sertliğe bürünmüştü. İlk satırları okuduğunda ifadesi değişmedi. Ancak satırlar derinleştikçe gözleri kısılmaya, çenesi gerilmeye başladı.
Gaius Lecante ölmüştü.
Bunu beklememişti. Dük Miriam'ın ağır yaralı olduğu bilgisi mektubun devamında yer alıyordu. Argus, içten içe Gaius'un zaferle dönmesini bekliyordu. En az yirmi bin kayıp öngörüsü vardı, ancak bu... kırk bin asker ve bir yedinci kademe aura ustasının kaybı... bu bir bedel değil, bir darbe idi.
Daha da kötüsü, tüm bunlara neden olan tek bir kişi vardı: Kara Elflerin liderlerinden Fenrin.
Yedinci kademe bir kara elf savaşçısı olduğunu biliyordu elbette, ancak iki üst düzey aura ustasına karşı bireysel mücadele verebileceğini hiç hesaba katmamıştı. Gaius'un ölümü, yalnızca bir adamın kaybı değildi. Lejyon'un iç disiplininde, onun varlığı bir çapa, bir simgeydi. Bu simge yok olmuştu. 7. Kademe ustalar istedikleri zaman eğitip elde edecekleri figürler değildi.
Bir anda, Argus'un aurası dışarı taştı.
Taş duvarlar kısık bir inilti gibi titreşti. Gökyüzünde serbest dolaşan rüzgâr bir an yönünü kaybetti. Gözetleme kulesinde görevli askerler, göz göze gelmeden bir adım geri çekildiler. Bazıları refleksle diz çöktü. Çünkü Argus'un öfkesi fiziksel bir şiddet gibi etki ediyordu.
Sonra... aura geri çekildi. Argus gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı.
"Ecyad hâlâ sessiz" dedi alçak bir sesle. "Ama içeride kılıçlar bileniyor, hissedebiliyorum."
Bakışlarını güneydeki tepelere çevirdi. Orada, Cadia İmparatorluğu'nun en büyük kalesi yükseliyordu: Ecyad. Taştan bir dağ gibi. Beş yüz yıldan uzun bir süredir hiçbir ordu bu kaleye girememişti. Şimdi ise içinde dört yüz bin asker vardı. Kalenin iç surlarına, kuzey ve batıdaki tepelere gözcüler yerleştirilmiş, savaş makineleri sıralanmıştı.
Valenor'un yeniden inşası hâlâ sürüyordu. Şehir, Aries'in bıraktığı yıkımın izlerini taşıyordu. Yıkılmış mahalleler, kül olmuş garnizonlar... Şimdi yeniden doğuyordu. Gallant'ın güneydeki varlığını simgeleyecek yeni bir kale tasarlanıyor, kışlalar genişletiliyor, surlara dış takviye ekleniyordu.
Ve Valenor… eski bir kara elf şehriydi.
Binlerce yıl önce, karanlık sanatlarla şekillendirilmişti. Ancak artık bir tek kara elf dahi kalmamıştı bu topraklarda. Ya ölmüşlerdi ya da köleleştirilmişlerdi. Valenor'un derinliklerinde, hâlâ eski dillerle işlenmiş bazı yazıtlar, yıkılmış sunağın kırık taşları vardı. Argus, oraya her geldiğinde onları görmezden gelmiyordu. Çünkü eskiyi tanımak, geleceğin yolunu belirlerdi.
Ama şu an, geçmişten çok geleceği tehdit eden başka bir unsur vardı: Anvil.
Cüce krallığı. Cadia'nın batı komşusu. Ve Cadia'nın aç gözlülüğünün bir sonraki hedefi. Argus bunu biliyordu. Ecyad'ı yalnızca Gallant'a karşı değil, Anvil'e karşı da tahkim ettiklerine emindi. Ancak Cadia bir hata yapmamıştı, henüz.
Anvil'in madenleri, zırh için gerekli nadir elementlerin yatağıydı. Kadim çelikler, ruh taşları, erimeyen madenler… Cücelerin toprağın altından çıkardıkları ne varsa, Cadia onları istiyordu. Ama doğrudan işgal etmek... bu, Gallant'ın eline fırsat vermek olurdu. Cadia, açgözlüydü, evet, ama aptal değildi.
Gallantın umabileceği en iyi şey, iki tarafında birbirini tüketmesi olurdu.
Tam bu sırada Argus'un güvenilir subaylarından biri, kuleye adımlarla yaklaştı. Koyu lacivert pelerini rüzgârla savruluyordu. Argus, subayı görür görmez gözleri bir anlığına yumuşadı. Bu kişi, yalnızca iyi bir asker değil; aynı zamanda yıllardır yanında taşıdığı sayılı kişiden biriydi.
"Lordum," dedi subay. "Bugün limanda bazı cüce tüccarlarla konuşuyorduk. Demir rezervlerinin Ecyad üzerinden Cadia'nın başkenti Asuan'a taşındığını doğruladık."
Argus başını salladı. Beklediği haberdi bu.
"Ancak..." dedi subay, bir adım yaklaşıp sesini düşürerek, "Bir cüceyle konuşurken, ilginç bir şey söyledi. Birkaç yıl önce, daha Cadia ile bu kadar sıkı temas kurmamışken, bir cücenin yanında yola çıkan bir grup görmüş. Yanında... bir kara elf ve beyaz saçlı, mor gözlü bir elf bebeği varmış."
Argus'un kaşları çatıldı.
"Mor gözlü bir elf mi?" diye sordu, gözlerini kısarak. "Kesin mi?"
"Evet, lordum," dedi subay. "Cüce, hayatında ilk kez böyle bir göz rengi gördüğünü söyledi. Bu yüzden aklında kalmış. Yola çıkış yerleri güneybatı kıyılarıymış. Anvil limanlarından biri. Görünüşe göre uzun bir yolculuğa çıkmışlar."
Argus sessiz kaldı.
Gözleri, uzakta dalgalanan Cadia bayraklarına çevrildi. Mor göz... beyaz saç... kara elf...
Kelimeler zihninde bir bütünlük kazanırken dudakları tek bir kelime fısıldadı:
"Lenore..."
Ve ardından bir başka isim daha zihninden geçti.
"Aries."
Bu bilgi... yıllardır saklı kalan bir gerçeğin yankısıydı. Argus'un bakışları karardı. Rüzgâr yeniden esmeye başladı. Sanki Valenor'un taş duvarları bile bu ismi duyunca titremişti.
Ama bu bilgi, henüz yüksek sesle söylenmeyecek kadar hassastı. Çünkü bazen bir kelime bile kıtaların kaderini değiştirebilirdi.
***
Kuzey Toprakları, Vanmark Kasabası
Eudora'nın sözleri hâlâ zihninde yankılanıyordu.
"İblis, Thelania von Agares… Valenian öfkesi… Emilia von Agares..."
İsimler, anlamını bilmediği zincirlerle zihninde çarpışıyordu. Her biri, unutulmuş bir hatıranın silik yankısı gibiydi. Ama bir gerçek vardı: Bu kadın, Eudora… onun hakkında fazlasıyla şey biliyordu. Hatta onun bile bilmediği şeyleri. Ama artık hiçbirini açıklamaya niyeti yoktu.
Yatakta battaniyesine sarılmış bir şekilde dönerek yeniden uykuya dalmıştı. Üstelik bu kez gerçek anlamda.
Aries ise hâlâ ayaktaydı. Damarlarındaki güç, kabaran öfkesiyle birlikte titreşiyor; ama aynı zamanda bastıramadığı bir tedirginlik, kemiklerine kadar sızıyordu. Bu kadın onu tanımıştı. Onun kanını. Soyunu.
Ama nasıl?
Nasıl bilebilirdi?
Adımlarını geri çekti. Yavaşça karanlık odadan çıktı ve kapı arkasından kendiliğinden kapandı. Geriye bir kez daha baktı — Eudora kıpırdamamıştı bile.
Aries'in zihni yorgundu ama uyanıktı. Ve işin en korkutucu kısmı, zihnindeki yankının yalnızca Eudora'dan gelmemesiydi.
Bir başka ses daha vardı. Daha derinden, daha kadim, daha yankılı.
Bir rüyada, bir hafızanın içinden fısıldar gibiydi.
"Zaman yaklaşmakta…"
Sesin kime ait olduğunu bilmiyordu, ama duyduğu anda omurgasının soğuk bir titreşimle irkildiğini hissetmişti. Sanki kemiklerine işleyen eski bir buyruk gibi… emirle karışık bir uyarı.
Kasabanın sessiz sokaklarına indiğinde, gece derinleşmişti. Gökyüzü parlak yıldızlarla süslüydü, ama Aries'in gözünde hepsi sönüktü. Vanmark kasabasının sakinliği, zihnindeki uğultuyu bastıramıyordu.
Bir hanın avlusunda yürüyordu. Gece nöbetindeki birkaç asker onu selamladı ama Aries'in yüzündeki kasvetli ifade, onlara konuşma cesareti vermedi.
Reyna hâlâ uyuyordu. En azından bir süre güvendeydi. Ama ne kadar süre?
Kendisine sorduğu her soruda, cevapsız kalan bir düğüm daha sıkılıyordu zihninde.
"Agares... Emilia... Valenian..."
Her biri, geçmişinin duvarına çarpıp paramparça oluyordu. Ve en korkutucu kısmı, bu kadınların hepsi onu tanıyor ama o, hiçbirini hatırlamıyordu.
Ve Eudora'nın söylediği son cümle:
"Yaşlı iblis seçimini yapmış."
Bu ne demekti?
Seçilmiş miydi? Neyin seçimi?
Neden?
Neden o?
Zihnindeki bu düğümler arasında bir başka detay daha vardı. Psiforr denen o kadının karşısında, bir başkası konuşmuştu. O, rüyalarında gördüğü, gümüş saçlı elf. Onun sesi... kadının bile saygıyla karşılık verdiği tek sesti.
Kimdi o?
Sabaha karşı, Aries hâlâ uyanıktı. Reyna'nın ateşi nihayet düşmüştü, ama hâlâ bitkin görünüyordu. Onun başında otururken gözleri ağırlaşsa da uyuyamıyordu.
O gece, bir karar verdi.
Bu dünyada yalnızca düşmanları yoktu.
Onu tanıyanlar vardı.
Bildiğinden fazlasını bilenler. Ve hatırlamadığı bir hayat, bir geçmiş, belki bir kader… onu bekliyordu.
Ve eğer bu cevapsızlık karanlıkta kalırsa, sadece kendini değil, Reyna'yı da kaybedecekti.
Küçük kızın yanına eğildi. Elini alnına koydu. Yumuşak bir şekilde fısıldadı:
"Ne olursa olsun… seni koruyacağım."
Sesi bir yemin gibiydi. Sadece Reyna'ya değil, kendi geçmişine de bir meydan okuma. Çünkü artık geri dönmek yoktu.
Kendine bile ait olmayan bir geçmişi, şimdi kendi elleriyle şekillendirmek zorundaydı.
Ve her şeyin ortasında bir isim, kalbinde yankılanıyordu:
"Agares."
Zaman geçmişti. Bir haftadır Reyna'nın toparlanmasını bekleyen Aries, artık Han'dan ayrılma vaktinin geldiğine karar verdi. Aslında Reyna çoktan iyileşmişti. Ancak Aries, içinde gizli bir umutla Eudora'yla yeniden konuşabilmeyi beklemişti. Bu yüzden birkaç gün fazladan kalmış, her fırsatta kadının kapısını çalmıştı. Ama ne zaman gitse, hizmetkârları onu nazikçe geri çevirmişti.
"Hanımımız hâlâ uykuda," diyorlardı. "Belki birkaç yıl sonra gelirseniz, görüşebilirsiniz."
Birkaç yıl mı? Aries, böyle bir bahaneyle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Onu sanki ayı kabilesinden gelen, kış boyunca uyuyan tuhaf bir yaratık gibi görmeye başlamışlardı. Bir kişi gerçekten bu kadar uzun süre nasıl uyuyabilirdi?
Aries, artık daha fazla zaman kaybedemeyeceğini biliyordu. Kafasında cevap bekleyen çok fazla soru vardı. Endorile'ye gitmeli ve bu sorulara yanıt bulmalıydı. Özellikle gümüş saçlı elf meselesi, zihninde bir diken gibi duruyordu. O kişi bir müttefik miydi, yoksa henüz tanımadığı bir düşman mı?
Eudora gibi kudretli bir figürün bile o gümüş saçlı elf hakkında temkinli ve saygılı konuşması, Aries'in dikkatini daha da arttırmıştı. Güvenmemesi gerektiğini hissediyordu.
Eudora ile yaptığı o konuşmanın ardından, zihninde yankılanan iki farklı sesin aslında onu yönlendirdiğini anlamıştı. Gümüş saçlı olan bir yana, o karanlık ve derin öfkeyle dolu diğer sesin kime ait olduğunu hâlâ bilmiyordu.
Daha fazla düşünmenin bir faydası olmayacağını anlayarak, han odasındaki son hazırlıklarını tamamladı. Reyna çoktan aşağıya inmişti. Aries, valizini omzuna astı. Merdivenlere vardığında bir an için durakladı. İçinde son bir dürtü, yeniden denemeye değer olduğunu fısıldıyordu.
Kararını verdi. Ne kaybedebilirdi ki? Gidip bir kez daha Eudora'nın kapısını çaldı.
Kapıya vurmasıyla kapının açılması bir oldu.
"Gel, Agares'in kayıp çocuğu."
Kapının ardında Eudora duruyordu. Saçları dağınıktı, üstündeki ince ve sade elbise yeni uyanmış bir kadının zarif ifadesini taşıyordu. Fakat gözleri... o gözler uykudan değil, binlerce yılın yorgunluğundan kalkmış gibiydi.
Aries, içeri davet edilmişti. Ve içeri adım atmasıyla birlikte odadaki atmosfer değişti.
Eudora pencereye yöneldi, dışarıda Vanmark kasabasının sabah ışığıyla aydınlanan çatılarını izledi. Gözleri uzaklardaydı.
"Bir insan gibi hareket ediyor, düşünüyor ve nefes alıyorsun, Agares'in çocuğu…" dedi.
"İblis Thelania von Agares, her ne kadar bir iblis olsa da ölümlülere karşı tuhaf bir sempati beslerdi. Sen onun soyundan geliyorsun. Bunu hissedebiliyorum. Ancak içindeki kan... sadece ona ait değil. Senden, Agares Arşonu'nun damgasını da hissedebiliyorum. Valen tarafından seçilmiş olmalısın."
Aries daha farkına varmadan kadın karşısında belirivermişti. Eudora'nın adımları sessiz, varlığı ise sarsıcıydı. O kadar yakındalardı ki, birbirlerinin nefesini hissedebilecek mesafeye gelmişlerdi. Kadının gözleri şimdi doğrudan gözlerinin içine bakıyordu.
O bakışlarda merak vardı. Belki biraz da şefkat. Ama bu şefkat, bir insanın diğerine duyduğu gibi değildi. Daha çok, sevimli bir hayvana ya da merak edilen bir efsaneye bakar gibiydi.
"Cevaplayamayacağım şeyler var," dedi Eudora.
"Ama sana yalnızca şunu söyleyebilirim:Direa'ya karşı temkinli ol. O, düşündüğün kişi değil."
Bu sözler havada asılı kaldı.
Aries, bu kez düşünmeden cevap verdi.
"Onun hakkında uyarıda bulunuyorsun. Demek ki... senin bile çekindiğin biri. Ama yine de geçen sefer onunla yüzleşmekten çekinmemiştin."
Beklentisi sessiz bir cevaptı, fakat aldığı cevap yalnızca içten bir gülüştü.
"Ahh… Agares'in çocuğu..." dedi Eudora, hafifçe başını sallayarak.
"Ne kadar da cahil bırakılmışsın."
Gülüşü alaycı değil, acıyan bir tondaydı. Gözleri pencereden öteye değil, evrenin sınırlarına bakar gibiydi.
"Direa... isterse beni, bu dünyayı, hatta boyutların kendisini bir düşüncesiyle yok edebilir. Ama bunu yapmaz. Çünkü yapamaz. O, dengenin gözeticisidir. Yaratıcıların ardından gelen en kudretli figürdür. Onun varlığı, dengeyi sağlar. Müdahale etmesi... dengeyi bozar. Ve Direa... dengeyi asla bozmaz."
Aries'in zihninde yankılanan bu sözler, yeni bir dünyanın kapısını aralamıştı. Ancak yine de kafasında böyle bir figür canlandıramıyordu. Aries, farkında olmadan kaşlarını çatmış ve düşüncelere dalmıştı.
Eudora hafifçe gülümsedi.
"Ayrıca," dedi bir kez daha, "Emilia von Agares'in hafızanı mühürlemesinin bir sebebi var. Sana daha fazla bir şey söyleyemem. Ama bu... hatırlaman gereken tek şey olsun. Bir gün işine yarayacak."
Eudora konuşmasını bitirdiğinde, varlığı soluklaşmaya başladı. Yalnızca kadının değil, odanın kendisi de yavaşça sönüyordu. Gölgeler içeriye çöküyor, sanki gerçeklik geri çekiliyordu.
Son bir şey oldu. Eudora'nın sesi artık duyulmuyordu. Ama Aries'in zihninde bir dil yankılanmaya başlamıştı. Anlamadığı bir lisan... Sözler beynine işleniyor, adeta ruhuna kazınıyordu:
"Si coelum nequeo movere, inferna erigam."
Sözler sona erdiğinde Aries'in zihninde kalan tek şey, bu gizemli ifadeydi. Ne anlama geldiğini bilmiyordu. Ama bir şekilde… önemli olduğunu hissediyordu.
Ve başka bir gerçek daha gün yüzüne çıkmıştı. Mağaradaki o kadının –Emilia von Agares'in– hafızasını bilinçli olarak mühürlediğini öğrenmişti. Ayrıca, zihnindeki gümüş saçlı elf figürünün ismi... artık bir sır değildi:
Direa.
Bu isim tanıdıktı. Çok tanıdıktı.
Aries, kendini zorlayarak hatırlamaya başladı. Hafızasının tozlu odalarında yürüdü. Kalbini sıkıştıran bir gülüş, ruhunu saran bir koku, bir zamanlar sahip olduğu tek huzur…
"Lenore…"
Lenore her zaman Direa'ya dua ederdi. Direa, kadim elf mitolojisinde en eski tanrıçaydı. Ay elflerine ve yüksek elflere göre, tanrılardan bile eskiydi. Onların yaratıcısı, onların anasıydı.
"Direa, her şeyden önceydi... ve her şeyden sonra kalacak olandı."
Lenore, böyle söylerdi.
Aries'in aklında yankılandı bu sözler. Eğer zihninde o figür gerçekten Direa ise… bunca zaman ona fısıldayan ses bir tanrıça mıydı?
"Benden ne istiyorsun?" diye sordu içinden, sessizce.
Cevap alamadı.
Ama bir şey hissetti.
Gümüş saçlı kadının… Direa'nın gülümsemesini.